27 Ağustos 2009 Perşembe

Değer ve Tasa


Değer ve Tasa

"Gönül değeridir, insanlığın sevgisi.

Küllenen bir ateştir, kalplerde tasa.

Gün olur, göremez isen beni

Duyamaz isen sesimi;

Sakın, girme yasa.

Geçmiş günlerin anısında,

Aranmağa değersem;

Resmime bak, anarsan değer.

Şiirmi oku!

Bensizliğinde tasa,

Kalbinde sevgim olursa eğer."

Zihni Gül

Read more...

Sevgi ve Çeşitleri


"Sevgi üç türlüdür!.."

'Birincinin adı "Eğer" türü sevgi!.. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgi..:

Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Karşılık bekleyen sevgi..

Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir.

İkinci tür: "Çünkü" türü sevgi... "Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır".

"Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)" "Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zenginsin ki.." "Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.."

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

"Üçüncü tür sevgi 'Rağmen' diye adlandırılan türdür.”

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu.. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Birşey olduğu için" değil, "Birşey olmasına rağmen" sevilir. Rağmen sevgi...'

Alıntı..

Read more...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Mutluluk Nerede?

Uzun bir süredir tam da yasamak istedigin hayatini
yasamaya baslayacagini düsünegeldin. Fakat bunun için
önünde hep bir engel oldu; önce yapilmasi gereken bir sey,
bitirilmesi gereken bir is, çalisilmasi gereken bir süre,
ödenmesi gereken borçlar. Bunlarin hepsi bittikten sonra
hayatinin baslayacagini düsündün. Fakat bu arada hayat kendi
hiziyla akip gitti. Hala daha o engelleri asmaya çalistigin
bugünlerde bir de baktin ki, engellerle yasadigin geçmisin
hayatin ta kendisiymis. Yoksa onlari da tatli bir nostalji
duygusuyla aniyor ya da anlatiyor olamazdin. O halde simdi hayatina bak.
Engelleriyle, yapilmasi gereken islerle,
ödenmesi gereken borçlarla yillar sonra tatli bir nostalji
olacak bir hayat yasiyorsun. Hayatin tâ kendisidir simdi yasadigin.
Engellerler, borçlar, bitmemis isler, telaslar, sıkısklıklar…
hepsi hayatin kendisi.
Mutlulugu erteleyip durma. Mutlulugun varilacak bir yer degil;
yürüdügün yol oldugunu unutma. Unutma ki, zaman kimseyi beklemez.
Ne okulun bitmesini, ne hiç borcunun kalmamasini, ne bir ev sahibi olmayi,
ne çocuklarinin büyümesini, ne emekli olmayi, ne baharin gelmesini bekle!
Mutlu olmak için simdiki zamandan daha uygun bir zaman yok!


Alıntıdır

Read more...

7 Ağustos 2009 Cuma

Kendini vazgeçilmez mi sandın?

Bir gün bir doktora, gerginlik ve tedirginlikten şikâyetçi olan bir hasta gelmiş. Yapması gereken çok işinin bulunduğunu; fakat kendisinin rahatsız, işlerin ise beklemeye tahammülü olmadığını söylemiş. Doktor,

Bu işleri başka biri yapamaz mı? Ya da bir başkası size yardımcı olamaz mı? diye sormuş. Adam,

Onları yalnız ben yapabilirim; bütün işler bana bakıyor! diye cevap vermiş. Doktor,

Sana bir reçete vereceğim. Bu reçeteyi aynen tatbik etmen gerekiyor! diyerek, yazıp eline vermiş.

Adam reçeteyi eline alıp baktığında, hayretler içinde kalmış. Reçetede, Her gün en az iki saat işi bırakıp yürüyüş yapacaksın ve her haftanın yarım gününü bir mezarlıkta geçireceksin yazıyormuş. Hasta adam;

Yürüyüşü anladık ama; neden mezarlık? diye sormuş. Doktor,

Oraya gidip mezar taşlarına bakmanı istiyorum. Mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla doludur. Sen de onlar gibi ölüp mezarlığa gömülünce, kendinden başkasının yapmasına imkân olmadığını zannettiğin işlerin, başkaları tarafından da yapılmaya devam ettiğini göreceksin, demiş.

Evet, bulundukları noktada kendilerini vazgeçilmez gören; halbuki orada, problem çözmek yerine problemin bir parçası olduğunun farkına varmayan insanlar için de, doktorun reçetesi geçerli değil mi?

Aslında, kendini bu hasta adam gibi gördüğü sürece, herkes için geçerli bir reçete..

Read more...

6 Ağustos 2009 Perşembe

Akreple Ahtapotun Hikayesi

Cok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar.

Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş. Ahtapot akrepden onu zehirli iğnesiyle sokar diye; akrep ise, ahtapotun uzun kolları onu boğar diye..

Fakat daha fazla dayanamayarak ikiside birbirlerine kollarini uzatmışlar. Ahtapot; en kötü ihtimalle bir kolumu veririm nasıl olsa yerine yenisi gelir diye düşünmüş. Akrep ise; onun için kendimi feda edebilirim demiş.

Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormus onları..

Zamanla akrepden sıkılmaya başlamış ahtapot aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş.

Güzelligini bu şekilde geçirmemek için okyanuslara doğru yüzmeye başlamış.

Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış. Fakat göz pınarları olmadığı için hep Içine akmis göz yaşları..

Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gercek mutluluk diye düşünüyormuş içinden..

Akrebi çoktan unutmuş derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini.. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmisler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize
atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak ıullanılmak üzere bir restorana satılacakmış.

Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş. Fakat kollari olmadığı için yüzemiyormuş artık..

Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmus.

Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş.. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken;

- Evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim; demis içiinden.

Gerçek aşkının akrep olduğunu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi...

Herşey Zamanında yaşandığında güzeldir...

Read more...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Kulağından gireni yüreğine göm..

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta
birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç
armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını
huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin
tıpatıp aynisi üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama
bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komsu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Söyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: ..

"-Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynisi gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına
kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark
göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm
bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana
attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akilli ve zeki olan bu genç,
hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de ayni işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak
telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye
gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komsu hükümdara cevabi yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul
değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."....

Read more...

Hayırlı Kandiller




Hayırlı Kandiller

Read more...

4 Ağustos 2009 Salı

Kücük odun tutusmadan büyük odun tutusmaz!

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtirasini söyle anlatir: "Bir gün toprakla oynayip bâzan gülen bâzan aglayan bir çocuga rastladim. Önce çocuga selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; "Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi." diyerek çocuga selâm verdim.

Çocuk; "Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr!" diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuga; "Sen beni hiç görmedigin halde nasil tanidin?" diye sordum. Çocuk; "Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karsilasti. Orada bizi ALLAHü teâlâ karsilastirdi." dedi. Çocuga; "Akil ile nefs arasinda ne fark var?" diye sorunca, çocuk; "Nefsin seni selâmdan men etti. Aklin ise seni selâm vermeye tesvik etti." diye cevap verdi. "Sen neden toprakla oynuyorsun?" diye sordum.

Çocuk; "Topraktan yaratildik, yine topraga karisacagiz." dedi. Ben yine; "Seni bâzan aglarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir?" diye sordum. "Rabbimin azâb edecegini hatirladigim zaman agliyorum. Rahmetini hatirladigim zamansa tebessüm ediyorum." dedi. "Ey ogul! Senin hangi günâhin var ki agliyorsun?" diye sorunca, çocuk;
"Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ates yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutusmadigini gördüm." diye cevap verdi."

Read more...

2 Ağustos 2009 Pazar

Varsın

Kınımızdan çıkamadık henüz, kabuğumuz kırıktır fakat..
yüreğimizde belli belirsiz sancılar, tamamlanmamış,
yar
ası henüz kapanmış yaralar...

Derin bir yar'dayız ve ayazdayız..
Gönlün şah'ıını bulmak davasıdır bu.
Gözümüzden O deyince dökülecek iki damla yaşla değişecek bir dünyadayız,
bilmiyoruz...
bi
ldiren yok'ta demiyoruz...
biliyoruz..
Herşeyde biraz, herşeyde az ve sakınmaktayız.
Bizi biz edecek bir bizlik arayışında olmadan kapının önünde beklemekle geçmeyecek bir durumun ta ortasındayız..
Bilenler mevcutken, bilmeyenlerle buluşmaktayız.
Ey! ölüp ölüp dirilen gönlüm...
Git'de bul onu,
gitte geri dönme...
varsın ağlayıp dursun gözlerim ardından.
Ey! tir tir titreyen ellerim haşmetinden..
varsın tutmasınlar seni korkmaktasın diye titremekten...
Sen yine yaz,
sen yine ney'le anlamak kaygısıyla dön,
dön git buralardan
O'nda buluşmak ümidiyle satırlarda..
Varsın anlamasınlar seni...
Varsın ziyan olsun tüm anlamın...
Varsın ziyan etsinler..
Ellerinden tutacak O değil mi sonunda?
Manasız bir rıhtımda üşüyüp mana arama bunda.
Zira ısıtmayacaktır seni yüreğinde olmadıkça mana...
.......

Hkn's...

Read more...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Aşkın Gücü

Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona aşık oldu.

Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona :

- "Artık üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek." dedi.

Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına götürdüler...

Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi...

- "Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı." dedi. Sonra şöyle devam etti.

- "Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde." dedi.

Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi.

Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.

Hekim durumu anlayınca : "Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır köşede bucakta kimseler kalmasın ki ben hastayla baş başa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim."

Padişah emretti oda boşaltıldı, hastayla hekimden başka kimse kalmadı.

Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle :

- "Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle , çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın? diye sordu.

Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu.

Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu.

Hekim kızın nabzını tutmuştu ve :

- "Bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demekki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur." diye düşünüyordu.

Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik olmadı.

Hekim : "Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin?" diye sordu.

Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri , görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar...

Semerkant'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı, yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyuncuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ızdırabıyla yanıp tutuşuyordu.

Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant'ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza :

- "Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakin başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma..." diyerek tembih etti.

Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı : "Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok." dedi.

Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi Semerkand'a varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim eti ve padişahın onu davet ettiğini, eğer gelirse padişahın en yakın adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.

Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti :

Hekim bunun üzerine : "Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin." dedi...

Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu.

Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden eser kalmadı.

Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, aşkı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın aşkı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu...

Bu cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ise ses, seslerin aksi yine dönüp bize gelir.

Mevlana

Read more...