9 Ekim 2009 Cuma

Gülce

Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır

Uçurumun kenarındayım Hızır
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Başım döner, beynim bulanır
El etmez
Gel etmez
Gülce'm uzaktan dolanır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Gülce bir davet
Mecaz değil
Maraz değil
Gülce bir afet
Peri değil
Huri değil
Gülce beyaz sihir
Gülce ölümcül naz
Buram buram zehir
Yar yüzünde infaz

Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbetülarz'dan
Deccal’dan, yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum Gülce’den
Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan
Nutkum tutuluyor, ürperiyorum
Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum

1981

Ömer Lütfi Mete


Read more...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Değer ve Tasa


Değer ve Tasa

"Gönül değeridir, insanlığın sevgisi.

Küllenen bir ateştir, kalplerde tasa.

Gün olur, göremez isen beni

Duyamaz isen sesimi;

Sakın, girme yasa.

Geçmiş günlerin anısında,

Aranmağa değersem;

Resmime bak, anarsan değer.

Şiirmi oku!

Bensizliğinde tasa,

Kalbinde sevgim olursa eğer."

Zihni Gül

Read more...

Sevgi ve Çeşitleri


"Sevgi üç türlüdür!.."

'Birincinin adı "Eğer" türü sevgi!.. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgi..:

Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Karşılık bekleyen sevgi..

Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir.

İkinci tür: "Çünkü" türü sevgi... "Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır".

"Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)" "Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zenginsin ki.." "Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.."

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

"Üçüncü tür sevgi 'Rağmen' diye adlandırılan türdür.”

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu.. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Birşey olduğu için" değil, "Birşey olmasına rağmen" sevilir. Rağmen sevgi...'

Alıntı..

Read more...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Mutluluk Nerede?

Uzun bir süredir tam da yasamak istedigin hayatini
yasamaya baslayacagini düsünegeldin. Fakat bunun için
önünde hep bir engel oldu; önce yapilmasi gereken bir sey,
bitirilmesi gereken bir is, çalisilmasi gereken bir süre,
ödenmesi gereken borçlar. Bunlarin hepsi bittikten sonra
hayatinin baslayacagini düsündün. Fakat bu arada hayat kendi
hiziyla akip gitti. Hala daha o engelleri asmaya çalistigin
bugünlerde bir de baktin ki, engellerle yasadigin geçmisin
hayatin ta kendisiymis. Yoksa onlari da tatli bir nostalji
duygusuyla aniyor ya da anlatiyor olamazdin. O halde simdi hayatina bak.
Engelleriyle, yapilmasi gereken islerle,
ödenmesi gereken borçlarla yillar sonra tatli bir nostalji
olacak bir hayat yasiyorsun. Hayatin tâ kendisidir simdi yasadigin.
Engellerler, borçlar, bitmemis isler, telaslar, sıkısklıklar…
hepsi hayatin kendisi.
Mutlulugu erteleyip durma. Mutlulugun varilacak bir yer degil;
yürüdügün yol oldugunu unutma. Unutma ki, zaman kimseyi beklemez.
Ne okulun bitmesini, ne hiç borcunun kalmamasini, ne bir ev sahibi olmayi,
ne çocuklarinin büyümesini, ne emekli olmayi, ne baharin gelmesini bekle!
Mutlu olmak için simdiki zamandan daha uygun bir zaman yok!


Alıntıdır

Read more...

7 Ağustos 2009 Cuma

Kendini vazgeçilmez mi sandın?

Bir gün bir doktora, gerginlik ve tedirginlikten şikâyetçi olan bir hasta gelmiş. Yapması gereken çok işinin bulunduğunu; fakat kendisinin rahatsız, işlerin ise beklemeye tahammülü olmadığını söylemiş. Doktor,

Bu işleri başka biri yapamaz mı? Ya da bir başkası size yardımcı olamaz mı? diye sormuş. Adam,

Onları yalnız ben yapabilirim; bütün işler bana bakıyor! diye cevap vermiş. Doktor,

Sana bir reçete vereceğim. Bu reçeteyi aynen tatbik etmen gerekiyor! diyerek, yazıp eline vermiş.

Adam reçeteyi eline alıp baktığında, hayretler içinde kalmış. Reçetede, Her gün en az iki saat işi bırakıp yürüyüş yapacaksın ve her haftanın yarım gününü bir mezarlıkta geçireceksin yazıyormuş. Hasta adam;

Yürüyüşü anladık ama; neden mezarlık? diye sormuş. Doktor,

Oraya gidip mezar taşlarına bakmanı istiyorum. Mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla doludur. Sen de onlar gibi ölüp mezarlığa gömülünce, kendinden başkasının yapmasına imkân olmadığını zannettiğin işlerin, başkaları tarafından da yapılmaya devam ettiğini göreceksin, demiş.

Evet, bulundukları noktada kendilerini vazgeçilmez gören; halbuki orada, problem çözmek yerine problemin bir parçası olduğunun farkına varmayan insanlar için de, doktorun reçetesi geçerli değil mi?

Aslında, kendini bu hasta adam gibi gördüğü sürece, herkes için geçerli bir reçete..

Read more...

6 Ağustos 2009 Perşembe

Akreple Ahtapotun Hikayesi

Cok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar.

Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş. Ahtapot akrepden onu zehirli iğnesiyle sokar diye; akrep ise, ahtapotun uzun kolları onu boğar diye..

Fakat daha fazla dayanamayarak ikiside birbirlerine kollarini uzatmışlar. Ahtapot; en kötü ihtimalle bir kolumu veririm nasıl olsa yerine yenisi gelir diye düşünmüş. Akrep ise; onun için kendimi feda edebilirim demiş.

Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormus onları..

Zamanla akrepden sıkılmaya başlamış ahtapot aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş.

Güzelligini bu şekilde geçirmemek için okyanuslara doğru yüzmeye başlamış.

Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış. Fakat göz pınarları olmadığı için hep Içine akmis göz yaşları..

Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gercek mutluluk diye düşünüyormuş içinden..

Akrebi çoktan unutmuş derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini.. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmisler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize
atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak ıullanılmak üzere bir restorana satılacakmış.

Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş. Fakat kollari olmadığı için yüzemiyormuş artık..

Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmus.

Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş.. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken;

- Evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim; demis içiinden.

Gerçek aşkının akrep olduğunu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi...

Herşey Zamanında yaşandığında güzeldir...

Read more...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Kulağından gireni yüreğine göm..

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta
birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç
armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını
huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin
tıpatıp aynisi üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama
bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komsu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Söyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: ..

"-Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynisi gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına
kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark
göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm
bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana
attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akilli ve zeki olan bu genç,
hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de ayni işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak
telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye
gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komsu hükümdara cevabi yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul
değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."....

Read more...

Hayırlı Kandiller




Hayırlı Kandiller

Read more...

4 Ağustos 2009 Salı

Kücük odun tutusmadan büyük odun tutusmaz!

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtirasini söyle anlatir: "Bir gün toprakla oynayip bâzan gülen bâzan aglayan bir çocuga rastladim. Önce çocuga selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; "Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi." diyerek çocuga selâm verdim.

Çocuk; "Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr!" diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuga; "Sen beni hiç görmedigin halde nasil tanidin?" diye sordum. Çocuk; "Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karsilasti. Orada bizi ALLAHü teâlâ karsilastirdi." dedi. Çocuga; "Akil ile nefs arasinda ne fark var?" diye sorunca, çocuk; "Nefsin seni selâmdan men etti. Aklin ise seni selâm vermeye tesvik etti." diye cevap verdi. "Sen neden toprakla oynuyorsun?" diye sordum.

Çocuk; "Topraktan yaratildik, yine topraga karisacagiz." dedi. Ben yine; "Seni bâzan aglarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir?" diye sordum. "Rabbimin azâb edecegini hatirladigim zaman agliyorum. Rahmetini hatirladigim zamansa tebessüm ediyorum." dedi. "Ey ogul! Senin hangi günâhin var ki agliyorsun?" diye sorunca, çocuk;
"Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ates yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutusmadigini gördüm." diye cevap verdi."

Read more...

2 Ağustos 2009 Pazar

Varsın

Kınımızdan çıkamadık henüz, kabuğumuz kırıktır fakat..
yüreğimizde belli belirsiz sancılar, tamamlanmamış,
yar
ası henüz kapanmış yaralar...

Derin bir yar'dayız ve ayazdayız..
Gönlün şah'ıını bulmak davasıdır bu.
Gözümüzden O deyince dökülecek iki damla yaşla değişecek bir dünyadayız,
bilmiyoruz...
bi
ldiren yok'ta demiyoruz...
biliyoruz..
Herşeyde biraz, herşeyde az ve sakınmaktayız.
Bizi biz edecek bir bizlik arayışında olmadan kapının önünde beklemekle geçmeyecek bir durumun ta ortasındayız..
Bilenler mevcutken, bilmeyenlerle buluşmaktayız.
Ey! ölüp ölüp dirilen gönlüm...
Git'de bul onu,
gitte geri dönme...
varsın ağlayıp dursun gözlerim ardından.
Ey! tir tir titreyen ellerim haşmetinden..
varsın tutmasınlar seni korkmaktasın diye titremekten...
Sen yine yaz,
sen yine ney'le anlamak kaygısıyla dön,
dön git buralardan
O'nda buluşmak ümidiyle satırlarda..
Varsın anlamasınlar seni...
Varsın ziyan olsun tüm anlamın...
Varsın ziyan etsinler..
Ellerinden tutacak O değil mi sonunda?
Manasız bir rıhtımda üşüyüp mana arama bunda.
Zira ısıtmayacaktır seni yüreğinde olmadıkça mana...
.......

Hkn's...

Read more...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Aşkın Gücü

Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona aşık oldu.

Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona :

- "Artık üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek." dedi.

Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına götürdüler...

Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi...

- "Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı." dedi. Sonra şöyle devam etti.

- "Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde." dedi.

Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi.

Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.

Hekim durumu anlayınca : "Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır köşede bucakta kimseler kalmasın ki ben hastayla baş başa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim."

Padişah emretti oda boşaltıldı, hastayla hekimden başka kimse kalmadı.

Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle :

- "Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle , çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın? diye sordu.

Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu.

Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu.

Hekim kızın nabzını tutmuştu ve :

- "Bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demekki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur." diye düşünüyordu.

Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik olmadı.

Hekim : "Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin?" diye sordu.

Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri , görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar...

Semerkant'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı, yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyuncuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ızdırabıyla yanıp tutuşuyordu.

Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant'ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza :

- "Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakin başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma..." diyerek tembih etti.

Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı : "Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok." dedi.

Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi Semerkand'a varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim eti ve padişahın onu davet ettiğini, eğer gelirse padişahın en yakın adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.

Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti :

Hekim bunun üzerine : "Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin." dedi...

Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu.

Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden eser kalmadı.

Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, aşkı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın aşkı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu...

Bu cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ise ses, seslerin aksi yine dönüp bize gelir.

Mevlana

Read more...

31 Temmuz 2009 Cuma

Yüreğimin sende kaldığını kapıyı çarptığında anlıyorum




Hani bişeyi çok istersin, çok seversin ama ne muzurluklar yapsan da sevgine karşılık bulamazsın ya, yada bulursun ama beklediğin gibi olmaz. Ya sana hissettirmeyecek kadar azdır, yada sevgisini canım cicim yada muhabbetlerle değil gözlerle yansıtır ama gözlerine 3 - 5 dakika bile bakamadığın için onu da göremezsin..

Genelde insanlar sevgilerinin boyutunu ya kapı çekilip gidildiğinde yada ebedi dünyasına gittiğinde anlar kıymetlerini, sevgisinin ne kadar olduğunu...

Her seferinde yüreğimin sende kaldığını kapıyı çarptığında anlıyorum..

Diyorum ki gitmesek, o kapı hayatımıza girmeden, henüz dünyadayken sevgimizi göstersek doyasıya sarılsak kopmamacasına..

Ama duymuyorsun neden her seferinde o kapı çarpıyor? Neden sevildiğimi anlamama izin vermiyorsun? Neden neden nedenn…3 - 5 dakika dur sadece 3 - 5 dakika yaşayalım sevgimizi..

Ne söylesem de gideceksin zaten
3 - 5 dakika ne farkeder?

ThingMa

Read more...

30 Temmuz 2009 Perşembe

Küçük Kadınlar - Elif Ali Kelebek Sahnesi

Read more...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kum Sanatı

Read more...

Serçenin Hayatından Alınacak Ders..



Ufak serçenin hayatından alınacak büyük dersler;

Soğuk bir kış günü küçük bir serçe yerde donmak üzeredir. O sırada oradan geçmekte olan bir inek tam serçenin üzerine pisler. Sıcak pisliğin üzerine düşmesiyle donmaktan kurtulan serçe, dışkının sıcaklığıyla keyfi yerine gelmiş bir halde kafasını pisliğin dışına çıkartarak sevinçle var gücüyle ötmeye başlar.

Kuşun sesini duyan aç bir kedi hemen oraya gelir. Kuşu pislikten çıkartır. Önce onu bir güzel temizler ve sonra oturup afiyetle yer.

Bu öyküden çıkarılması gereken ders;


Felaket anında üzerinize pislik atan, her zaman düşmanınız değildir.


Boğazınıza kadar pisliğe gömülmüşken eğlenceye dalmayın.


Sizi pislikten kurtarıp temizleyen her zaman dostunuz değildir.

Her şerde mutlaka bi hayır vardır..

Read more...

26 Temmuz 2009 Pazar

Deniz Yıldızı Hikayesi

Şair ve bilim adamı Lauren Iseley , bir gün sahilde yürüyüş yapıyordu.
Uzakta danseder gibi hareketler yapan bir adam dikkatini çekti.
Merak edip hızlı hızlı ona doğru yürüdü.
Yaklaşınca bir gencin yerden bir şey alıp denize attığını ,
sonra birkaç adım koşup aynı hareketi sürekli tekrarladığını
gördü.
Biraz daha yaklaşıp genci selamladı ve aralarında
şu konuşma geçti:

- Ne yapıyorsun böyle ?


- Okyanusa denizyıldızı atıyorum.


- Denizyıldızı mı ?


- Evet.... Güneş yükseldi ve sular çekiliyor.

Eğer onları hemen suya atmazsam az sonra ölecekler.

- ama görmüyor musun ki , kilometrelerce sahil var

ve baştan aşağıya denizyıldızı ile dolu , ne farkedecek ?

Genç adam eğilerek yerden bir denizyıldızı daha aldı , denize fırlatırken:


- Bakın. Onun için fark etti!

Read more...

Selçuk Yöntem - Bu şiir niye?




İki şehri var gecenin..
Biri gözümde tütüyor,
Birinin dumanı üstünde yağmur gibi çöken siste..
Bana bu uykusuz şehri niye bıraktın?
Göze alamadığım bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin..
Gece değil istediğin..
Hayli karanlık bakışlı bir şehrin
gözleriyle çarpışmak hevesindesin.!
Gözlerini anlıyorum.
Henüz bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimse..

Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız,
Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır
Ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,

Öyle acıyor ki gözlerim..
Kim bağışlayacak?
Sis değil, uykusuzluk değil,
İki uzak şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim..

Biri hepimizle göz göze gibi hala uykusuz,
Biri sis içinde kirpiklerine kadar açık..

Bu sessizliği kim bıraktıysa,
Göremiyorum konuşkan gözlerinde tek sözcük bile..
Gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde..

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?

Read more...

Gökhan Türkmen-Büyük İnsan



At, savur at sevdayı bir yere fırlat.
Bitti sayıp acıyı kaldır öyle at..
Sor, herkese sor acılar unutuluyor.
Ağlayınca gözlerinden silinmiyor.
Aşk her defasında bak bulunuyor.
Bırakırım zamanı öyle biraz da..
Sen olmadan da yine geçer nasılsa..
Hatırla bunları sakın unutma!
Diyordun ama o zaman gülüyordun..
Yanımdaydın, canımdaydın..
Şimdi nasıl geçer bu ömür?

Susma, söyle nasıl yaşar böyle insan!
Susma konuş, hadi anlat büyük insan!
Söyle, bir aşk mı çare olurdu zaman mı?
Böyle, kaldırıp atardık ya sevdayı!

Susma, söyle nasıl yapar bunu insan?
Susma, nasıldı anlat hadi ayrılırsam!
Söyle, hayat mı çare bulurdu kendin mi?
Böyle, büyük aşklar böyle mi biterdi?

At, silip at aşkları bir yere fırlat.
Bitti say ki derdini kaldır öyle at
Sor, ne olur sor sen benden ayrılırsan..
Ne olur düşümde bir ömrü durdursan..
Aşk her defasında bende ararsam..
Bırakırım kendimi öyle biraz da..
Sen olmadan da ben yaşarım nasılsa!
Hatırla bunları sakın unutma!
Diyordun ama o zaman gülüyordun..
Yanımdaydın, canımdaydın..
Şimdi nasıl geçer bu ömür?

Susma, söyle nasıl yaşar böyle insan!
Susma, konuş hadi anlat büyük insan!
Söyle, bir aşk mı çare olurdu zaman mı böyle?
Kaldırıp atardık ya sevdayı!

Susma, söyle nasıl yapar bunu insan?
Susma, nasıldır anlat hadi ayrılırsam..
Söyle, hayat mı çare bulurdu kendin mi böyle?
Büyük, aşklar böyle mi biterdi?

Susma hani aşk insanı zaten bulurdu?
Susma hani yıllar aşka çare olurdu?
Söyle yıllar mı daha hızlı bir kurşun mu?
Böyle sensiz her gün biraz yok oluşum mu?

Read more...

21 Temmuz 2009 Salı

Annecim Babacım sizi çok seviyorum


Bu gün 22 Temmuz 2009 efendim bundan çokkk uzun bi zaman önce yani 22 Temmuz 1972 yılında babamla annem bi aile oldular :)


Acısıyla, tatlısıyla 37 sene aynı yastığa baş koymuş, bir olmuşlar. Allah ayırmasın..


Gönül isterdi ki düğün resminizi de koyalım size süprizim olsun ama olmadı affedin bu beceriksizi :)


Gelelim hediyeme :P


Sabahları güneş neden doğar biliyor musunuz? Onu umutla ve sevgiyle bekleyenler vardır mutlaka bi yerlerde.. Yarın sabah doğacak güneşi size yani annemle babama armağan etmek istiyorum. Sizin için doğsun..


Sizleri çoookk ama çoookk seviyorum. Siz benim her şeyim bi bi bi bi tanemsiniz. Allah daha nice 37 yıl nasip etsin..Aminnnnnnnn.. :)

Read more...

19 Temmuz 2009 Pazar

Miraç Kandilimiz Mübarek Olsun


Bizi yoktan var eden, varlığından bizleri haberdar eden, yaratıp imtihan eden, imtihan edip sabır veren, Allahın tüm müminleri bağışlaması dileği ile Miraç Kandiliniz Mübarek olsun..

Read more...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Mesafelere zaman eklenince sevgi biter mi?

Evet bu gün blogumda bana ait bi yazı olsun istedim :)

Mesafelere zaman eklenince sevgi biter mi?

Bu soru aslında benim çok merak ettiğim bişeydir. Geçenlerde bu soruyu anneme de sordum. Fakat cevabı beklediğim gibi değildi, ürkütücüydü ama gerçeklik payıda yok değildi hani..

Hani diyoruz ya zaman herşeyin üstesinden gelir diye.. mesafeler ne kadar olursa olsun gönüller birse yüreğinde bi yerlerde mutlaka sevgi denen şey hasretle bekler diye. Ne yazıkki bazen mesafelere zaman eklenince haber alınamayınca sevgiler bitebiliyormuş. Aslında ben buna hiç bi zaman inanmadım hala da inanmıyorum. Şuanda yazarken bile elim titriyor..

Gözden ırak gönülden de ırak derlerdi hadi canım derdim. sevdiklerim benden uzak olacak ben onları özlemicem, sevmekten vazgeçicem, tüm bunlar yetmez gibi kendisini de hatırlamıcam peh peh peh derdim. Ama ne yazıkki olabiliyormuş..Mesafeler bazı sevgilerin unutturabiliyormuş.. çok yazık..!

Bakın bu gün değişik bişey yapalım ve uzun zamandır görüşmediğimiz kişiyi arayalım onlara olan sevgimizi hatırlayalım ve hatırlatalım ne dersiniz..?



ThingMa

Read more...

12 Temmuz 2009 Pazar

Aydınlık nedir

Hadi bir düşünelim: Aydınlık nedir? Sadece karanlığın olmadığı yer mi?


Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;
"Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?
Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"
Öğrencilerden biri;
"Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir. "
Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "incir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."
Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve
"Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.
Bilge kişi şöyle demiş;
"Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."

Read more...

10 Temmuz 2009 Cuma

Yüreğinizdeki Fısıltıyı dinleyin

Genç bir yönetici, yeni jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar gecen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı.

Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti. Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu:

- “Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu?”

Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi.

- “Lütfen, amca, lütfen kızmayın Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı.”

Çocuk gözlerinden süzülen yasları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti.

- “Abim orada. Yokuştan yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum.”

Çocuğun simdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu;

- Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardim edebilirimsiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.

Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı. Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi. Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, su mesajı hiç unutmamak için sakladı:

“Hiçbir zaman yasamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme. Allah ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır. Fısıltıyı dinle veya taşı bekle.”

Read more...

ACELE KARAR VERMEYİN

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

"Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

Read more...

9 Temmuz 2009 Perşembe

Önyargı- Sabit Fikirlilik

Bir köyde tek başına yaşayan hamile bir kadın, (çocuğu doğmadan önce kocası ölmüş) kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasada, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar.
Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak zorunda kalır. Gelincik ile bebek evde yanlız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Eve geldiğinde gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışcasına gelinciğe saldırır ve onu oracıkta öldürür. Tam o sırada içerideki odadan bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir ve odada beşiği, beşiğin içinde bebeği ve bebeğin yanında parçalanmış olan yılanı görür.
Toplumumuzda yaşanan sorunların ana nedenlerinden biri, insanların yeterli bilgiye sahip olmadan olayları yorumlamasıdır.
Önyargı, aşağıdaki gibi tarif edilebilir;
Bir kimseyle veya herhangi bir şeyle ilgili olarak, belirli bir olaya, duruma, ya da görmeye dayanan, önceden edinilmiş kanıya varmak, veya bir kişinin herhangi bir konuda yeterli kanıta dayanmayan, olumlu ya da olumsuz yargısı.
Önyargıya görsel olarak bir örnek verelim.
Aşağıdaki fotoğrafa iyi bakın, ilk baktığınızda ne görüyorsunuz?...
Bir çalılık üzerinde oturan kurbağa değil mi?




Ne kadar da ön yargılısınız. Bakın resim belli bir süre sonra hareket ediyor, ne imiş?
Bir at başı...
Demek ki; "hayatta hiç bir şey göründüğü gibi olmayabilirmiş“, ne dersiniz?
Önyargısız olan kişiler, yaşama farklı gözle bakabilen kişilerdir. Ne zaman bir olaya önyargıyla yaklaşacak olursanız, kurbağa'nın at başına dönüşebileceğini hiç unutmayın.
Önyargısız ve yargısız infazlardan uzak bir dünya dileğiyle.


Read more...

Doğu Türkistan


Bir terör devleti olarak varlığını sürdüren Çin, yeni bir devlet terörüne daha imza attı… Uygur Türklerinin barışçı gösterisini kana buladı…

Uygur Türklerine sistemli bir şekilde yıllardır zulmeden Çin devleti, o bölgeye Şincan diye dilimize transkripte edilebilecek uydurma bir ad koymuş. Orasının adı Doğu Türkistan… Doğu Türkistan’ın kalbi de Kaşgar… Türk halkının hafızası ve natıkasında bu coğrafyanın adı bu. Dahası insanlık tarihinde de burası hep böyle anılmış… Orası Doğu Türkistan… Mao öncesi Çin’in resmî dilinde bile orası Çin Türkistanı… Tıpkı bizim güneydoğumuzu da kapsayan o coğrafyanın adının da Kürdistan olduğu gibi… Bu tür inkâr politikaları hiçbir şekilde gerçeği değiştirmiyor…

Doğu Türkistan halkı 20. asır boyunca çok acılar çekti… Uygur Türklerinin efsanevi lideri İsa Alptekin’in söylediği gibi bu halk sürekli pandalar gibi yok olma tehdidiyle yaşadı… Sadece yabancı seyyahlara mihmandarlık ettiği için ömür boyu hapse mahkûm edilen insanlar ülkesiydi burası… Kaşgar’ın sokaklarına Gök-Bayrak’ı yani ay yıldızlı mavi Doğu Türkistan bayrağını asmak ise kurşuna dizilme sebebiydi… Uygur Türklerinin İsa Bey diye andığı Alptekin’in ismini dahi anmak yasaktı. Türkistan’ın bu yiğit lideri her zaman pasif direnişin dilinden konuştu, kendi halkının haklarını ve özgürlüklerini hep uluslararası hukuk ve diplomasi yoluyla almak istedi… 1988′de Çin’in azınlık Türk gençleri sokaklarda onun ismini haykırarak protesto yürüyüşleri yaptığında gözleri görmez halde İstanbul’da mütevazı bir evde yaşıyordu İsa Bey… Türkiye devletinin zulüm görmekte olan Doğu Türkistan halkı için hiçbir şey yapamayacağını biliyordu, bu durumu sitem belirtmeden sadece hüzünle ifade ederdi İsa Bey… Sabah akşam “Türklük” edebiyatı yapan bu devlet İsa Bey’in ölümünün hemen ertesinde Doğu Türkistan bayrağını yasakladı… Çin terör devleti “Evi camdan olan, başkasına taş atmasın” demişti çünkü… Kendi evini kendi ahmaklığıyla baştan aşağı cam haline getiren Türk devlet zihniyeti, elbette Çin’in Türk soydaşlarımıza ettiği zulümlere karşı da sessiz kalıyordu…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi halkıyla sürekli çatışma halinde olduğu için güçsüz ve aciz… Kendi Kürt yurttaşlarını sistematik inkâr ve asimilasyon politikalarına tâbi tutan bir devlet nasıl olur da Türk soydaşlarımızın Çin’de yaşadığı zulümlere ses çıkarabilirdi? Türk olmayan tüm yerleşim yerlerinin isimlerini yok edip, saçma sapan yer adları türeten bir devlet nasıl olur da yüzyılların Emin Camii’nin ismini “Sugong kulesi” olarak değiştiren bir devlete karşı durabilirdi? İşte o sebeple İsa Bey umutsuzdu, şimdi de Rabiya Kadir umutsuz…

Rabiya Kadir ismini 90′ların sonundan beri biliyor ve takip ediyorum… Uygur Türklerinin yaşayan en popüler lideri, zulüm gören Doğu Türkistan halkının azminin sembolü şu an Rabiya Kadir… 11 çocuk annesi, küçük bir çamaşırhaneden başlayıp, adım adım işlerini genişleten tekstil ve ticaret zinciri kuran bir işkadını aynı zamanda… Çin devleti Rabiya Kadir’e ve ailesine türlü zulümler yaptı. Kadir, önce hapislere atıldı, sonra da yurdundan kovuldu… Sabah akşam Türk milliyetçiliği nutukları atılan bu ülkede Rabiya Kadir’in mücadelesi hiç gündem olmadı. Türk devleti, Rabiya Kadir’in Türkiye’ye yerleşmesine bile izin vermedi… “Bizden uzak dur, Çin ile aramızı bozamayız” mesajları gitti Kadir’e ve tüm Doğu Türkistan önderlerine…

Bizim devletin zihniyetinin zulüm gören insanların yanında olmak diye bir motivasyonu asla olmadığını biliyoruz… “Türk soydaşlarımız” kavramının da ancak dışarıdaki Kürtleri sıkıştırmak gerektiğinde devreye girdiğini de bu örnek bize gösteriyor… Bu devleti kendi halkının tüm farklılıklarıyla barışık hale getiremediğimiz müddetçe, Türkiye dışındaki Türklerin haklarının ve özgürlüklerinin de mücadelesini veremeyiz… Türk ordusu güçlü ve dinamik olmalı, gerektiğinde de böyle zalim devletlere karşı caydırıcı bir güç olabilmeli… Bunun da yolu ilk önce Türk ordusunu sadece askerlik mesleğiyle uğraşan gerçek bir ordu haline getirmektir… TSK başta olmak üzere tüm Türk devlet kurumları bu ülkenin Kürtleriyle ve dindarlarıyla barışmak zorundadır. TSK, her türlü yargı ve sivil toplum denetimine açık olmak zorundadır ki her an diri ve dinamik olabilsin… Kendi halkının tüm farklılıklarıyla barışmış, Kürdistan coğrafyasına yüzyıllardır olan hakiki ismiyle hitap edebilme yiğitliğini gösteren, hiçbir yurttaşına eziyet etmeyen adil bir devlet olabilirsek ancak o zaman Çin gibi terörist devletlere karşı Türk soydaşlarımızın yanında olabiliriz… İsa Bey ve Rabiya Kadir gibi yiğit Türk liderlerinin boynunu bükük bırakan ve Doğu Türkistan’ın gök-bayrağını yasaklayan bir devletin yurttaşı olmaktan utanıyorum… Hem hak, adalet ve vicdan adına utanıyorum, hem de bir Türk olarak bundan utanıyorum…

alıntı..

Read more...

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Hayat ile Röportaj

Hayatla röportaj yaptığımı gördüm rüyamda.

"Benimle röportaj mı yapmak istiyorsun?" diye sordu Hayat.

"Zamanın var mı?" diye sordum.

Gülümsedi.

"Benim zamanım Sonsuzluk" dedi Hayat. "Ne sorular var yüreğinde?"

"İnsanlarla ilgili en çok neye şaşıyorsun?" diye sordum.

Hayat yanıt verdi.

"Çocukluktan sıkılıp büyümek için acele ediyorlar sonra yine çocuk olmanın özlemini duyuyorlar. Para kazanmak için sağlıklarını kaybediyorlar sonra sağlıklarını kazanmak için paralarını kaybediyorlar. Gelecekle ilgili edişelenmekten şimdiyi unutuyorlar. Sonra da ne şimdiyi ne geleceği yaşayabiliyorlar. Deneyim iyi bir öğretmendir diyorlar ama deneyimin faturasını ödemek istemiyorlar. Hayatlarını kazanmak için eğitim alıyorlar ama yaşam ustası olmayı bilmiyorlar. Bu nedenle de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorlar hiç yaşamamış gibi ölüyorlar."

Hayat elimi tuttu. Bir süre sessiz kaldık.Derin bir nefes aldım. Ona insanların neleri öğrenmelerini istediğini sordum.

Hayat yanıtladı.

"Hiç kimseyi seni sevmeye zorlayamayacağını yapabileceğin tek şeyin seni sevmelerine izin vermelerini isterdim. Affetmenin affederek öğrenilebileceğini öğrenmelerini isterdim. Başkalarıyla kendilerini kıyaslamamayı öğrenmelerini isterdim. İki insanın aynı şeye bakıp farklı şeyleri görebileceğini öğrenmelerini isterdim."

"Zengin insanın en çok şeye sahip olan değil en az şeye ihtiyaç duyan insan olduğunu öğrenmelerini isterdim. Bir sevecen yüreği derinden yaralamanın bir anda olduğunu; ama iyileştirmenin çok uzun sürdüğünü öğrenmelerini isterdim. Seni seven insanların duygularınmı nasıl ifade edebileceklerini bilmedikleri için seni sevmediklerini sanmak yerine onların sevgisini hissetmeyi öğrenmelerini isterdim."


Hayat derin bir nefes verdi. Hayatın nefesi kelimelere dönüştü.

"Söylediklerimi yüreğine kaydet" dedi. Söylediği cümleyi yüreğime kaydettim.

"Başkalarını affetmek yeterli değil kendini de affetmeyi öğren".

Yüreğim kuş gibi hafiflemişti.

"Son bir soru daha Hayat" dedim. "Benden ne istiyorsun?"

Bütün odayı beyaz bir ışık kapladı… ve Hayat yanıtladı.

"Senin kendin olmanı istiyorum yoksa başkası olurdun. Sana bugün ihtiyacım olduğunu bil yoksa bugün benimle olmazdın. Kendi eşsizliğini ve biricikliğini bil; çünkü ben kendimi tekrar etmeyecek kadar yaratıcı ve zenginim. ve gerçekten TEK değerli olanım. Değerimi bil."

Hayat'ın içimde dışımda her yerde aktığını hissettim. Kendimizi sevdiğimiz kadar Hayat 'ı sevebilirdik ancak. Ne daha az ne daha fazla.

Read more...

Kapı Kolu


19. yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt’ in bir bahçeyi anlatan tablosu Londra Kraliyet Akademisinde sergileniyordu. Hunt’ in ‘Evrenin Işığı’ adını verdiği bu tabloda gece elinde fenerle bahçede duran filozof görünüşlü bir adam vardı. Adam, tek eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden sanki bir cevap bekliyormuşçasına duruyordu.

Taboloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunt’ a döndü.
‘Güzel bir tablo doğrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım. Adamın kapısı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuzda’ dedi.

Hunt gülümsedi.
‘Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki…’ dedi ve tablosunun anlamını açıkladı.
‘Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışarıda kol olması gerekmiyor…’

O kapı size içerden açılmamışsa giremezsiniz….

Read more...

Aşkı bir daha düşünmek için , Etme - Mevlana C.R.

Muhibbiler.com

Şems’im (güneşim), ayım geldi / Gözüm, kulağım geldi / Gümüş bedenlim geldi / Altın madenim geldi / Başımın sarhoşluğu geldi / Yolumu vuran geldi / Tövbemi bozan geldi / Gözümün nuru geldi / Başka ne dilediysem / İşte o geldi…

Tatlı bir ömür gibi gitmeye niyetlendin

ayrılık atını eğerledin inadına.

Git, yeni ülkeler gör, büyülü diyarlarda gez.

Ama benimle eğleştiğin toprakları da unutma, hatırla emi!

Gittin ey sevgili şimdi yollardasın

Ayın değirmisini başına yastık yapmış uyumaktasın

güzel uykular, renkli düşler seninle olsun

ama bir zamanlar dizlerimde yattığını da unutma, hatırla emi.

Ya olduğun gibi görün / Ya göründüğün gibi ol / Şefkatte, merhamette güneş gibi ol / Ayıpları örtmekte gece gibi ol / Keremde, cömertlikte akarsu gibi ol / Tevazuda, mahviyette toprak gibi ol / Hoşgörüde deniz gibi ol / Öfkede, asabiyette ölü gibi ol / Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.

Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim

Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim

Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim

ama senden başka kimse duymayacak

Kimse anlamayacak…

“Sabırsızsın…

Oysa bütün mahlukat sabrın ipliğiyle bağlıdır birbirine. Dünya sabırla döner. Çünkü güneşin de, ayın da zamana ihtiyacı vardır. Sabırlı ol. Büyük sırlara ermek için sabır denizinde yüzmeyi öğrenmen lazım. Çünkü sırlar, sabır denizinin dibinde saklıdır.

Uyum güzelliktir. Uyum, suyun özelliğidir. Su, sabrın simgesi, istiridyenin yurdudur. Su olmasaydı, inci de olmazdı. Sabırlı ol ki istiridye gibi inciler yapasın.

Sözler hakikat değildir, ağzımdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır. ”

Şems-i Tebrizi

“Gönül gözün kapanmış olduğu için, aklın sınırları dışına çıkamıyorsun. Gerçek aşkın ne olduğunu bilmediğin için, fedakarlığın da ne demek olduğunu bilmiyorsun. Çoktan bitmiş, heyecanı sönmüş, ancak ilginç ülkeleri gezerek, eğlenceler düzenleyerek, lezzetli yemekleri midenize indirerek, bedenlerinizi yaralarcasına sevişerek birbirinize katlanabildiğiniz cüzi aşkına bakarak, benimkini yargılıyorsun…

Sen gerçek aşk nedir tanımadın ki, beni yargılayabilesin. Sen elini hiç ateşe sokmadın ki, aşk yangınının insan yüreğini nasıl sönmez bir çerağa çevirdiğini görebilesin. Sen, sevgilin için ölmedin, öldürmedin ki, beni anlayabilesin! ”

Şems-i Tebrizi

” Hepimiz aynı sebebin neticesiyiz, hepimiz aynı ışığın zerrecikleriyiz, suret nedir ki? “

” Derviş odur ki, bedenden soyunsun, candan sıyrılsın, duygudan kurtulsun. “

” Savaşların en büyüğü, kendi nefsimizle olandır. “

Şems-i Tebrizi

Aşkı bir daha düşünmek için

* * *

Sevgiyi , dostu bir daha düşünmek için

* * *

O olmak için ,

* * *

Manayı bilmek için ,

* * *

Maddeyi görmemek için ,

* * *

Anlamak için bu tadı sizlerle paylaşmak istedik… Kısa tarihsel bilgi öncelikle , ardından o muhteşem eser ve mükemmel yorumlama yolluyorum sizi…

1244 yılında Konya’ya gelen Şemseddin Tebrîzî adlı bir zat, onun ilimle dolu dünyasında aşk ile yepyeni ufuklar açtı. Bu iki ilâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerini tamamen Hakka verdiler. Günlerce, gecelerce sohbetlere daldılar. Birbirlerinde kendilerini ve Yüce Allah’ın eşsiz güzelliklerinin tecellîlerini gördüler. Buluştuklarında Hz.Mevlânâ 38, Hz.Şems 60 yaşlarında idiler. Artık Mevlânâ bütün zamanını Şems ile sohbete ayırıyordu. Bu ilâhî aşkı idrâk etmekten âciz olanlar, Hz.Mevlânâ’nın Şemse olan ilgisini kıskanarak, ileri geri konuşmaya başladılar. Bu sözleri duyan Şems üzüldü ve 1246 yılında Konya’yı terk edip Şama gitti.

Şems gidince Hz.Mevlânâ derin üzüntülere boğuldu. Şemsi tedirgin ederek uzaklaşmasına neden olanlar da Mevlânâ’nın bu hâli karşısında pişmân oldular. Hz.Mevlânâ bir mektup yazarak oğlu Sultan Veledin de bulunduğu bir kâfileyi Şama gönderdi. Şems mektubu okudu ve Hz.Mevlânâ’nın dâvetini geri çevirmeyerek 1247 yılında Konya’ya döndü. Şemsin dönmesine herkes sevindi. Hz.Mevlânâ artık gülüyor, ziyâfetler veriyor, sema meclisleri düzenliyordu. Şemsle sohbet günlere ve gecelere sığmıyordu.

Fakat bu huzurlu günler uzun sürmedi. Dedikodular, çirkin sözler ve iftiralar yeniden başladı.

1247-1248 yılında Şems aniden kayboldu. Onu bir daha ne gören, ne de izini bulan olmadı.

Hz.Mevlânâ, Şemsi çok aradı. Ayrılığın büyük acısıyla şiirler söyledi, gözyaşları döktü. İki kere Şama gittiyse de izine rastlayamadı. Şemsin bedenî varlığını bulamayan Hz.Mevlânâ, onu mânâ yönünden kendinde buldu ve aramaktan vazgeçti. Bir şiirinde şöyle der:

“Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimiz de bir nûruz.
Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben Oyum, O da ben.”

* * * * * * * * * * * * * * * *

“Bir sabah olan oldu, Şems yoktu… Celalettin dostunun gidişiyle adeta yıkıldı… Büyük ıstıraplar içinde dosta onlarca beyit, şiir ve rubayi yazdı. İlahi aşkının ilk kıvılcımını başlatan biricik dostu Şems artık yoktu. Büyük acı, üzüntü ve keder vardı… “

İlahi aşkı Şems, Mevlana ve Konya’yı terk edip Şam’a göçe karar verince, Mevlana “Etme” diye yakarır ona. ..

Yazar: muhibbiler.com

Read more...

Özgürlüğün Resmi..

Babası İspanya`nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi.

Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında gotürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı..Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı...

Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da "üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi.

Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip gotürdü.Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.

Babası keyifle resme baktı ve sordu: "Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu!..Üzerindeki benekler ne ?.. Portakal mı ?.."

Küçük kız babasına eğilerek, sessizce şöyle dedi :

-Hşşşşt !.. O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri..

Read more...

Tevazu

Bir adam kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu hacı Bektas Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister..

O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu hacı Bektas Veli'ye anlatır ve hacı Bektas Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir..

Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve ayni durumu Mevlana'ya anlatır.
Mevlana ise; bu hediyeyi kabul eder.
Adam ayni şeyi hacı Bektas Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar..

Mevlana söyle der:
- Biz bir karga isek hacı bektas veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar hacı Bektas dergâhı'na gider ve hacı Bektas veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de hacı Bektas veli'ye sorar..

Hacı Bektas da söyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."

Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan olmamız dileğiyle..

Read more...

Ne güzel Cahildik..

Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...

Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...

Televizyon yoktu.
Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı...
Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.

Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk..

Haluk Kürkçüoğlu

Read more...